Ebedî Yolculuk: Manevî Fetihten İnsani Sığınmaya Göçün Dönüşümleri

Yazan: Serwan Abdulkerim Ali

Oct 22, 2025 - 21:47
Ebedî Yolculuk: Manevî Fetihten İnsani Sığınmaya Göçün Dönüşümleri
Doktor Sirwan

Modern çağda da bu ruhsal dram, İngiltere, ABD, Kanada, Avustralya ve Avrupa ülkeleri gibi Batı demokrasilerine baskıdan kaçarak giden yazarların ve düşünürlerin hayatlarında yeniden sahnelenmiştir. Bu kişiler, sürgünü bir yaratıcılık ve insanlık eylemine dönüştürerek yabancılık ile yeniden doğuş arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamışlardır.

Kur’an-ı Kerim’de göçün ilk ve en derin anlamı; zulümden nura, baskıdan özgürlüğe bir geçiş olarak belirir. Şu ayette bu anlam açıkça görülür:

“Ben Rabbime hicret ediyorum, çünkü O mutlak güç sahibidir, hikmet sahibidir.” (Ankebut: 26)

Bu, göçü barınma arayışı değil, iman ve onur hakkı uğruna yapılan saf bir ruhsal eylem kılar. Hz. İbrahim’in Ur’dan Kenan’a çıkışı, göçü dünyaya karşı ahlaki bir duruş olarak tanımlamıştır. Hz. Musa’nın kavmiyle Mısır’dan çıkışı da şu ayette belirtildiği üzere, tiranlıkla iman arasındaki mücadelenin doruğudur:

“Musa’ya, kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü siz takip edileceksiniz, diye vahyettik.” (Şuara: 52)

Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti ise, Kur’an’da şu şekilde anılır:

“Eğer siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir; inkârcılar onu çıkardığında, o ikincisi idi; ikisi mağarada idi…” (Tevbe: 40)

Bu hicret bir kaçış değil, adalet ve eşitlik temellerine dayalı yeni bir devletin kuruluşudur. Böylece ayetler, göçün bir son değil, manevi ve medenî bir dönüşümün başlangıcı olduğunu gösterir.

Kitab-ı Mukaddes’te ise göç, derin sembolik ve varoluşsal bir anlam taşır. Tekvin (Yaratılış) 12:1-4’te Tanrı, İbrahim’e “Ülkenden, akrabalarından ve babanın evinden, sana göstereceğim ülkeye git” der. Yusuf’un hikâyesinde (Tekvin 37–50) sürgün, peygamberane bir kader hâline gelir; kardeşleri onu köle olarak satar, sonra ailesini kıtlıktan kurtaran kişi olur. İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı (Çıkış 14), kölelikten vaade doğru yapılan toplu bir göçü simgeler. Kutsal Aile’nin Mısır’a kaçışı (Matta 2:13–15) ise, iman ile insani korkunun kesiştiği bir andır. Bu hikâyelerin hepsinde göç, bedenin değil ruhun sınavıdır; zulme karşı hakka boyun eğme eylemidir.

Modern çağda göç artık ilahi bir emir değil, siyasi ve toplumsal zulme verilen insani bir cevaptır. 20. ve 21. yüzyılın sürgün sanatçıları ve düşünürleri, o eski peygamberî yolculukların yeni mirasçılarıdır.

Bunların arasında 1948 doğumlu İranlı yazar Azar Nafisi, Tahran’da Lolita Okumak (Reading Lolita in Tehran, 2003) adlı kitabıyla öne çıkar. 1997’de fikirsel muhalefeti nedeniyle Tahran Üniversitesi’nden atıldıktan sonra İran’ı terk etmiş, eserinde düşünce ve kadının özgürlüğünü ideolojik zincirlerden kurtaran evrensel bir simgeye dönüşmüştür.

Bir diğer örnek, 1970 doğumlu Libyalı yazar Hisham Matar’dır. Babası Ceballah Matar’ın 1990’da Kaddafi rejimi tarafından kaçırılmasının ardından ailesiyle Libya’dan ayrıldı. Dönüş: Babalar, Oğullar ve Aradaki Toprak (The Return, 2016) adlı kitabıyla 2017 Pulitzer Biyografi Ödülü’nü kazandı. Onun eserleri, politik hafızanın insanî bir sürgünle nasıl uzlaşabileceğini gösterir.

İranlı Kürt yazar Behrouz Boochani (1983 doğumlu), 2013’te İran’dan kaçtıktan sonra Avustralya’ya ait Manus Adası’nda altı yıl gözaltında tutuldu. Kaçak bir telefondan mesajlarla yazdığı Dağlardan Başka Dostum Yok (No Friend But the Mountains, 2018) adlı eseri, 2019 Victoria Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve zorunlu göçün simgesi hâline geldi.

Afgan-Amerikalı yazar Khaled Hosseini (1965 doğumlu) ise Uçurtma Avcısı (The Kite Runner, 2003) ve Bin Muhteşem Güneş (A Thousand Splendid Suns, 2007) romanlarında Afgan diasporasının izlerini anlattı.

Türk-İngiliz yazar Elif Şafak (1971 doğumlu), feminist ve laik görüşleri nedeniyle Türkiye’de hedef alınmasının ardından Londra’ya yerleşti. İstanbul’un Piçi (The Bastard of Istanbul, 2006) ve Bu Garip Dünyada On Dakika Otuz Sekiz Saniye (10 Minutes 38 Seconds in This Strange World, 2019) gibi eserleriyle göçü kültürel çoğulculuğun ve benlik arayışının felsefi sahnesine dönüştürdü.

Çinli-Amerikalı yazar Ha Jin (1956 doğumlu) de 1985’te ABD’ye göç etti ve 1989’daki Tiananmen Katliamı sonrasında ülkesine dönmedi. İngilizce yazdığı Bekleyiş (Waiting, 1999) romanı, kültürel bölünme ve yabancılaşmayı konu alarak ABD Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı.

Bu farklı yaşam öyküleri, ortak bir noktada buluşur: göç, baskıdan bilince, sessizlikten söze dönüşen bir eylemdir. Bu yaratıcılar, farklı kökenlerden gelseler de, göçün Kur’an’daki anlamını — korkudan kurtuluş olarak — ve Tevrat’taki anlamını — vaade doğru yürüyüş olarak — yaşatmaktadırlar.

Sonuç olarak, göç sadece coğrafi bir hareket değil, kutsal tarih ile çağdaş insanlık arasında ahlaki bir köprüdür. Tarih boyunca peygamberlerin yaptığı gibi bugün de milyonlarca insan, Orta Doğu, Afrika ve Asya’dan Batı’ya doğru onur, güvenlik ve adalet arayışıyla yola çıkıyor. Batı ülkeleri, bütün çelişkilerine rağmen, artık ruhların baskıdan korunup kendini bilgi, düşünce ve emekle yeniden inşa ettiği “yeni şehirler” hâline gelmiştir.

Bazen göç, insan için yeni bir doğum belgesidir; sürgün, kurtuluşa giden bir yol olabilir. Her sürgün, özgürlük ve barışa ait bir vatan arayışındadır.